Metin Külünk
VİYANA HATTINDA KENDİNİ KEŞFEDEN TÜRKİYE
Dünyamız, ekonomik, sosyal ve siyasal düzeylerde, yoruma hiç yer bırakmayacak şekilde, yeniden yapılanıyor. İnsanlık tarihinin 10 bin yıla yaklaşan sürecinde, her zaman olduğu gibi yine köklü dönüşümlerin merkezini Türkiye’mizin de içinde bulunduğu “Medeniyetler Havzası” oluşturmaktadır. Bu coğrafyanın merkez ülkesi de Türkiye’dir. Bu çerçevede Türkiye’nin küresel sistemdeki dalgalanmalardan, değişimlerden etkilenmemesi kaçınılmazdır. Benzer şekilde Türkiye’de gerçekleşen bir değişim veya dalgalanmanın da “kelebek etkisiyle” küresel sistemin her alanına nüfuz etmesi kaçınılmazdır. Bu sebeplerden ötürü Türkiye her ne kadar fiziksel bir ulus-devlet görüntüsü oluştursa da, tarihi ve toplumsal birikiminden oluşan ruhu ulus-üstü bir alanı içermektedir.
Türkiye, yukarıda sahip olduğunu iddia ettiğimiz ruhsal birikimden dolayı belirli paralel ve meridyenlere sıkıştırılamayacak kadar geniş bir ülkedir. Ne var ki, Soğuk Savaşın yaşandığı yıllarda bu özelliğini gösterme ve geliştirme imkanı bulamamıştır. Ne zaman ki Soğuk Savaş sona ermiş ve çift kutuplu sistem kendisini tek kutuplu, küreselleşmenin ve liberal değerlerin esas olduğu bir siteme bırakmıştır, Türkiye kaybettiği ruhu ile yeniden buluşmuştur. Türkiye’nin küresel düzende etkin ve etken bir devlet olabilmesi, yaşam alanının genişliği ile ilgili bir problemdir. Türkiye, Kafkaslar, Balkanlar, Ortadoğu ve Afrika’ya açılmadıkça büyüyemez ve gelişemez. Burada bahsettiğimiz husus fiziksel olmaktan öte kavramsal bir genişlemeyi ifade etmektedir.
Küresel sistemdeki yeni yapılanmada, enerji, ticaret ve bilgi hatlarının kesişme noktası Türkiye’dir. Türkiye artık “merkez” güçtür. Satranç tahtasındaki “Şah” Türkiye’dir. Geniş hinterlandını kullanarak, kurulacak tüm oyunları etkileme, geliştirme ya da bozma şansına sahiptir. O nedenle bugün Batı-Doğu, Kuzey-Güney hattında mevcut küresel güçlerin atacağı her adımda Türkiye’nin rolü hayatidir. Afrika’da, Kafkaslarda, Balkanlarda, merkez Ortadoğu’da atılacak her adımda Türkiye’den bu bölgelerde çıkarları olan her ülke katkı beklemektedir. 400 yıldır Batı medeniyetinin hakimiyeti altında olan dünyamız tarihin yeni bir boyutuna geçerken, yazılarımda birçok kez bahsettiğim, “Viyana Hattını” bir kez daha hatırlamamız gerekiyor. Viyana hattı, Osmanlı’nın uzandığı son sınırı göstermektedir: “Viyana, bir anlamda Doğu ile Batının ayrıldığı yerdir. İstanbul ise Doğu ile Batının buluştuğu noktadır.” Viyana, Osmanlı’nın ve doğunun doğal sınırını teşekkül etmektedir. Viyana’nın doğusunda kalan bölgeler, Türkiye’nin kültürel, ekonomik ve siyasal hinterlandını, bir anlamda “yaşam alanını” ifade etmektedir. Bu hinterlantta birçok din, dil, ırk ve kültür, Osmanlı egemenliği altında, Türk devlet felsefesinin kuşatıcılığı ile bir arada barış, huzur ve refah içinde yaşamışlardır. Şimdi yapılması gereken de işte bu kuşatıcı devlet felsefesini yine gün yüzüne çıkarmaktır. 20. yüzyıl başında İttihat ve Terakki’nin pozitivist aklı ile yozlaştırılan ve indirgenen devlet aklını yeniden inşa etmek durumundayız. Türkiye, her ülke gibi kendi kaderini yaşamakla mükelleftir. Bin yıldır bu topraklara hizmet ile görevlendirilmiş bu kadim geleneğin yeniden bir su gibi, kendi yatağını bulmasının vakti gelmiştir. Türkiye fiziki bir ulus-devlet sınırı içinde, ulusüstü bir yönetişim ve hizmet aklını geliştirmek mecburiyetindedir. Türkiye’nin 21. yüzyılda varolması da ancak böyle bir aklın geliştirilmesi ile mümkün olabilecektir. Türkiye’nin küresel yeni dizaynın belirleyici aktörü olması için tarihini ve bu topraklarda verilen tarihsel mücadeleleri derinlemesine incelemesi gerekmektedir.
Unutmayalım ki, Batı dünyası yüzyıllarca Viyana hattının gerisindeki tüm topluluklara “Türk” ifadesini kullanmıştır. Bu anlamda Türk aynı zamanda bir medeniyet birikiminin ortak ismini de oluşturmaktadır. “Türk” lafzının geniş şemsiyesi altında, bireyler ve cemaatler kendi kültür ve kimliklerini başarıyla ve barış içinde yaşatmışlardır. Böyle bir tecrübeyi dünyanın başka hiçbir medeniyet havzasında görmemiz kabil değildir. Bugün, son birkaç haftadır Türkiye’nin kimi kronik meseleleri üstünde süregiden tartışmalar aslında bizlere kaybetmekte olduğumuz “Devlet Felsefemize” dair ikaz işaretleridir. Mevcut tartışmalar bir bütün üzerinden değil çeşitli kimlikler ya da gruplar üstünden yürütülmekte ve gelinen noktada tartışmalar yapıcı olmaktan öte, yıkıcı nitelikler taşımaktadır. Bu nitelikteki tartışmalar ise bizi hızla doğrudan uzaklaştırarak, yanlış ve hatta çıkmaz sokaklara yönlendirmektedir. Yapılması gereken bu topraklardaki ebruli dizaynı bir kez daha ince ince işleyerek yeniden eski renkliliğine kavuşturmaktır. Soru bu noktada o ebruliyi yapacak bir üst aklı oluşturup oluşturamayacağımızda gizlidir. Biz inanmaktayız ki, bin yıldır bu topraklara hizmet eden medeniyet şuuru, insanlığın çıkmaza düştüğü 21. yüzyılda, yeniden canlanacak ve parlayacaktır. İstanbul bu yükselişin mimarı olacaktır. İstanbul’un gittikçe kozmopolitleşen yapısı bu gidişatın en önemli göstergesidir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, su nasıl yatağını buluyorsa, her medeniyette bir gün mutlaka kendi yatağını bulacaktır. İstanbul, insanın keşfedildiği “Büyük Roma”nın başkenti olacaktır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.